GÜCÜMÜZÜN BİLİNCİNE VARALIM, YÜZÜMÜZÜ FAŞİZMİ YIKMAYA DÖNELİM, BAŞARALIM!

Seçim süreciyle belirginleşen ve derinleşen siyasal başarısızlık, tüm solda¹ güçlü bir tasfiyeci dalga estirdi. Neredeyse her örgütte tasfiyeler gelişti. Bu dalga devam ediyor. Solun özeleştiri tutukluğu ve yenilenme başarısızlığı, özellikle yerel seçimlere yönelik hazırlıksızlık, tasfiyecilik dalgasının süreceğine işaret ediyor.

Öte yandan, hem tabandan hem de siyasal mücadelenin dayatmasıyla gelen değişim talebi, herkesi yeniden yapılanma tartışmalarına çekiyor. Daha doğrusu buna zorluyor. Neki bu tartışmalarda "Sol çok zayıf", "neden zayıf" vb. protestocu düşünceler oldukça güçlü. Bu durum “Acaba sorun güçlü olmamak mı yoksa gücünün bilincinde olmamak mı?” sorusunu sorduruyor.

Yakın süreçteki bazı deneyimlerimizi inceleyelim.

Örneğin pandemiyi. Tam bir kaos aralığı. Yönetenler yönetme kabiliyetini yitiriyor. Çıkış yolu ise belirsiz. TTB, o dönem en güvenilir kurum haline geldi desek abartmış olur muyuz? Böyle bir anda, örneğin, Şebnem Korur Fincancı'nın Sağlık Bakanı olmasını toplumun yüzde 30'u destekledi desek? Bu konularda yapılan araştırmaların yanı sıra siyasal güç ilişkisi de bu realiteyi net olarak ortaya koymuştu. Halk sağlığı alanında yıllardır kararlı ve dürüst bir biçimde mücadele eden Tabibler Birliği'nin sözü bir anda toplumun en geniş kesimlerinin sözü haline gelebilmişti. Nitekim, iktidar bir anda TTB’yi hedef aldı. Peki TTB ne yapmıştı? Yalnızca tıbbın asgari evrensel taleplerini savunmuştu. Hatta, evde kal çağrılarına ortak olarak sistem karşıtı bir tutum içine girmemişti... Yine de bu denli hedef olması, solun maddi toplumsal gücünden ileri geliyordu.

Maraş ve Hatay depremlerini düşünelim. Yine bir kaos anı. İlk günlerde devlet tamamen çekiliyor. En hızlı ve etkili müdahaleyi ise yine sol gerçekleştiriyor. Halkın büyük çoğunluğu da solu dinliyor. Dernek kirasını ödeyemeyen, ilçe örgütü dahi kuramayan sol bir anda tırlar dolusu dayanışma faaliyeti örgütleyebiliyor. On binlerce kişiyi kurtarma faaliyetlerine katıyor. İsteyen tersinden okusun. Yani yasal kurumların önünden geçmeyen sol, günü gelince, o kurumların başına geçip krizi çözmeye çalışıyor. Aynı durumu Gezi Direnişi veya çeşitli yerel direnişler üzerinden de tanımlayabilir, örnekleri arttırabiliriz...

Belirsizlik anlarında gerçek siyasal güç ilişkileri net olarak açığa çıkar. Halkın böylesi süreçlerde ne yaptığı, kimin yanında durduğu onlarca yıllık birikimin ürünüdür. Seçimlerde kime oy verildiği gerçek güç ilişkilerini yansıtmaz. Önemli olan halkın kritik anlarda kimi dinlediği, sofrasını kiminle paylaştığıdır. Solun gücü, işte bu gerçek anlarda ve somut durumlarda rahatlıkla görülebilmektedir.

Öte yandan bu maddi güç yalnızca kaos aralıklarına da sıkıştırılamaz. Sol, toplumun yüzde 30'unda süreklileşmiş bir bilinci de temsil ediyor. Örneğin, halkın yüzde 30'u Selahattin Demirtaş'ın serbest kalıp özgürce siyaset yapmasını destekliyor desek? Demokratik Suriye Yönetimi'yle savaşmak yerine dostça ilişki kurmasını desteklediğini söylesek? Doğa talanı ve ekolojik yıkıma karşı, doğa ve insandan yana tutumları desteklediğini söylesek? Asgari ücretin en az yoksulluk sınırı seviyesine yükseltilmesini savunuyor desek? NATO, İMF vb. gerici anlaşmalardan çıkılması mücadelesini onaylıyor desek? Tek dil, din dayatmasına karşı çıktığını söylesek? TC'nin gerçekleştirdiği katliam ve cinayetlerle hesaplaşması mücadelesini desteklediğini söylesek? Herhalde İstanbul Sözleşmesi çok daha fazla ve bilinçli bir sahiplenmeyle karşılanacaktır...

Bu kitle gündemlere ve dönemlere göre artış gösterebiliyor. Kendinden daha geniş kesimleri etkisi altına alabiliyor. Solcular, sokakta, pazarda, mecliste, internette, evde... her yerde diğerlerini sosyal demokrasi talepleri etrafında değiştirmeye ya da etkilemeye çalışıyor. Diğerleri de değişmemek için direniyor. Gerçek güç ilişkisi budur.

Halkın En Az Yüzde 30'unu Temsil Eden Sol Maddi Bir İktidar Gücüdür

Özetle toplumun yüzde 30'u solcudur. Peki bu ne anlama gelir?  Birçok konuda ortak fikirlere sahip, fikirlerinin yaşama geçmesi için o ya da bu düzeyde mücadele eden bir kitle anlamına gelir. Bu yüzde 30'luk aktif değişim gücüdür. Bu güç aynı zamanda bir iktidar gücüdür. Çünkü devletin yapısal sorun ve krizlerine karşı mücadele eden bu aktif değişim gücü, aynı zamanda, sosyal demokrasinin asgari taleplerinde buluşuyor.

Elbette bu tanımda yüzde 30 yalnızca potansiyel bir güç anlamına gelir. Potansiyel güç tek başına bir değişim ya da iktidar gücü olamaz. Fakat solun gücü yalnızca potansiyel gücünden ileri gelmiyor. Sol, yaklaşık 50 senedir kesintisiz direniş içerisinde. Karşılaştığı en dizginsiz saldırılara rağmen sokak sokak, fabrika fabrika, meydan meydan direndi, bilendi. Zindanlar, işkenceler, iç savaş kışkırtmaları ve katliamlardan çıkarak mücadelenin yol ve yöntemlerini öğrendi. Bunu bir çeşit öz savunma bilinci olarak görebiliriz. Solun en az 50 senedir kesintisiz bir direnişle biriktirdiği bu bilinç, birleşik bir forma kavuşmasa da yerellerde otonom kümeler halinde, aktif bir biçimde mücadele ediyor. Gündelik ve yerel her sorunda birlikte duruyor. Kritik anlarda bir araya gelerek harekete geçiyor. Bu kümelerin maddi gücünü Gezi Direnişi sırasında çok net görmüştük. Otonom gruplar, bir anda merkezi ve kolektif yapı olan Taksim Dayanışması'nı ve onun taleplerini sahiplenmişti. Bu durumu yeni kuvvayicilik olarak da görebiliriz. Sistemli bir direniş cephesi kuruldukça otonom direniş kümeleri genel mücadelenin parçası olacaktır. Bu güç, yani solun otonom milis gücü yüz binlerle ifade edilebilir.

Yine solun en önemli güçlerinden biri de 50 senedir kentlerde ve kırlarda direnişi sürdüren gerilladır. Gerilla, burjuvazinin her türlü saldırısına karşı, solun caydırıcılık ve karşı saldırı gücünü temsil ediyor. Aynı zamanda başka bir yaşamın mümkün olduğunu gösteriyor. Nitekim gerilladan gelen her ses moral güç olarak sola geri dönüyor. Ahmet Kaya'nın, Grup Yorum'un, Awaze Çiya'nın ezgileri bu nedenle milyonlara mal oluyor. Öte yandan, gerilla savaşma iradesi ve savaşa hakimiyetiyle de kendini ispat etti. İşte bugün de burjuvazinin her türden üstünlüğüne rağmen yenilmezliğini kanıtlıyor. Burjuvazinin kullandığı her silaha karşı önlem alabiliyorsa, günü geldiğinde onu kullanabileceğini de ortaya koymuş oluyor. Bu düzey, solun iktidara gelmesi durumunda, gerillanın halkı koruma, halk ordusunu sevk ve idare etme noktasında herhangi bir zaafa düşmeyeceğini gösteriyor.

Solun bir diğer gücü ise özellikle son yıllarda kazandığı inşa ve yönetme kapasitesidir. Özellikle son 15 senede on binlerce irili-ufaklı komün, meclis ve kooperatif deneyimi, yüzlerce yerel yönetim, onlarca özsavunma deneyimi ve yüz binlerce kadro yetiştirdi. Bu kadrolar, kişisel menfaati olmadan, ayrımcılık yapmadan halka hizmet etti. Birlikte hareket etme, sorunları çözme yol ve yöntemlerini öğrendi. Bu kadroların önemli bir kısmı bugün zindanda ya da sürgünde olsa da solun iktidarıyla topluma hizmet etme noktasında en küçük bir tereddüte düşmeyeceği açıktır. 30 yıllık tutsaklığın ardından halkımıza hizmet etmeye devam edeceğiz diyen kadrolar işte bu gücü temsil ediyor. Halkımıza hizmete hazırız diyen kadrolar zindanda, sürgünde, KHK'lar sonucu evlerinde veya sendikalarda, odalarda, meslek örgütlerinde, akademide halka hizmet etmeye, alanlarında uzmanlaşmaya devam ediyor. Evet, sol güçlü bir yönetme-yürütme-idare becerisi kazanmıştır. Bu bakımdan, yani halka hizmet etmeye hazır adanmış kadro gücü bakımından var olan siyasal akımlar arasında en güçlüsü soldur. Solun belki de en güçlü olduğu ve fakat en çok gözden kaçan gücü işte budur.

Son olarak, 11’inci yılını geride bırakan Rojava Devrimi, tüm bölgeyi olduğu gibi Türkiye’yi de doğrudan etkilemektedir. Diğer tüm bölge halkları gibi Türkiye halkları da Rojava Devrimi’nin siyasal ve ideolojik kazanımlarının doğrudan etkisi altında. Devrim, Türkiye solunun siyasal ve ideolojik gücüdür. IŞID’in yargılanmaya başlanmasında olduğu gibi, Demokratik Suriye Yönetimi’nin her çabası, Türkiye işçi sınıfı ve ezilenlerinin yararınadır. Faşist AKP-MHP iktidarının Rojava’ya bu denli saldırmasının altında yatan temel nedenlerden biri de bu değil mi?

Şimdi dönüp bir bakalım. sosyal demokrasinin yüzde 30'a ulaşan toplumsal gücü azımsanacak bir güç mü? 20 yılı geride bırakan AKP iktidara geldiğinde kitle desteği -tüm olanaklarına rağmen- ne kadardı ki?

Yeniden Yapılanma Tartışmalarında 3 Sac Ayağı

Son yıllarda sürekli karşı mahalleyi örgütleme tartışmaları yürütüldü. Ancak, 'karşı mahalle' olarak adlandırılan halk kesimlerinin homojen ve kapalı olmadığı görüldükçe, ve burjuvazinin bu kesimler üzerindeki ideolojik-siyasal hegomanyası çözüldükçe durum tersine dönmeye başladı.  Görülmeli ki öncelikli sorun, solun yani yüzde 30'luk bilinçli kitlenin kendini örgütleyememe sorunudur. Solun 'cılızlığı'nı, 'sınıfa gidememesi'ni, 'halktan kopukluğu'nu değil, daha somut olarak örgütsüzlüğünü; örgütlenme başarısı gösterememesini tartışmak gerekiyor. Ağacın kurdu kendindedir.

Bu bakımdan üç temel başlığın altını çizmek önemli.

Solun siyasal sorunu yüzde 30'luk sosyal demokrat kitlenin bir türlü bir araya gelememesidir. Bazı çevreler sürekli ayrışma kışkırtıcılığı örgütlüyor. İlkesiz ayrılıklar bir türlü aşılamıyor. Eylem birliği dahi örgütlenemiyor. Burjuvazi ve devlet sürekli bu tür ayrışmaları kaşıyor, besliyor. Sol kendi içinde bu kadar parçalı durmaya devam ettikçe hem olduğundan zayıf görünüyor, hem de geniş kesimlere güven veremeyerek başarılı olamıyor. Seçim süreci, halkın temel yöneliminin değişim olduğunu ortaya koydu. Solun temel ihtiyacı da birliktir. Birlik ihtiyacı birlik karşıtlarının konforunu sarsıyor. Bu kesimlere karşı açık ve sistematik bir mücadele içinde olunmalı. 

Bu dönemin en popüler ayrışma kışkırtıcılığı 'sınıfçılar' ve 'kimlikçiler' arasında yaşanıyor. Tıpkı bir dönem referandum tartışmalarında olduğu gibi. Daha doğrusu, bu iki ayrışma kışkırtıcısı eğilim sosyal demokrasiyi parçalayarak, solun sisteme yedeklenme sorununu üreterek, sol açısından bozguncu bir rol oynuyor. Oysa bu iki eğilimin birbirlerine eleştirileri haklı olsa bile, tıpkı pandemi ve deprem dönemlerinde olduğu gibi, 'sınıfçı' 'sosyalistler' ve 'kimlikçi' 'demokratlar' sosyal-demokrasinin asgari talepleri etrafında bir arada durabilir, durmak zorundadır.

Solun örgütsel açıdan temel sorunu ise ajitasyon-propaganda ve örgütlenme faaliyetinin özgür ve yaygın kitle iletişim araçlarını temel alarak değil, yasal onay gerektiren, bürokratizmi dayatan ve üreten kurumlar (yasal partiler, dernekler) veya milis-gerilla gibi yasa dışı eylem grupları tarafından yapılmaya çalışılmasıdır. İki uç eğilimi yansıtan bu tablo, ana halkanın kaçırılmasına neden oluyor. Hatırlayalım, Lenin Ne Yapmalı?'da bu ikisini de karşısına alarak Bolşevik Parti'yi gerçek bir kitle partisi halinde örgütlemeyi başarmıştı. Başarıya ulaşan tüm deneyimlerde, biçimi mutlak olmamakla birlikte, özgür, yaygın ve örgütleyici kitle iletişim araçlarının politik güçlerin başarısında temel halka olduğunu görürüz. Yasal Partiler, dernekler, gerilla ve milis faaliyetleri yalnızca bu temel, stratejik aracın taşıyıcı kolonları olabilir.

Günümüzde temel kitle iletişim aracı olarak internet tabanı öne çıkıyor. İnterneti doğru ve etkili kullanan kesimlerin birey olarak dahi ne kadar hızlı sonuç alabildiği ortada. Ne ki bu taban yeterince örgütleyici olamıyor. Öte yandan, sol da sansür yasalarını aşamayarak, sözünü doğrudan söyleyemiyor. Ajitasyon ve propaganda faaliyeti sansür yasalarının süzgeciyle sınırlanmak zorunda kalıyor. Sol, kitlelere hem özgürce hem de örgütleyici tarzda gitme, kitlelerin mücadelesini özgür platformlardan yansıtma ihtiyacına sürekli yenilenen bir tarzda yanıt bulmak zorunda. Özgür ajitasyon ve propaganda faaliyetlerindeki süreklilik kendi araçlarını, örgütsel mekanizmalarını da adım adım inşaa edecektir...

İdeolojik açıdan ise temel sorun mücadeleci, değiştirici, yaratıcı ve kolektif tarzdan uzaklaşmadır. Hem pandemi hem deprem hem de seçim süreci şunu gösterdi: Sol, önüne çıkan faşizmi yıkma imkanını göz göre göre tepti. Art arda gelen bu başarısızlıklar tastamam iddia, cürret ve bakış açısı sorunudur. Faşizmi yıkma güveni, özgüveni ve kararlılığı ortaya konamadı. İktidara öfkesini kusamayan, ufkunu faşizmi yıkmaya dikemeyen sol birbirine yöneldi. Topluma sirayet eden muazzam değişim talebi, bürokrasinin yerini koruma çabasını henüz aşamadı. Buradaki temel sorun ideolojik yetersizliktir.

Geçtiğimiz günlerde, Başaran Aksu'nun DİSK yöneticilerinin işçi aidatlarıyla asgari ücretin birkaç katı maaş aldığına dair paylaştığı veri bu bakımdan oldukça çarpıcıydı. Yalnızca ekonomik değil, sosyal olarak da muazzam bir konfor alanı. Bu alan birçok kurum ve örgüt için de geçerli. Bu kişi ve yapıların halktan kopukluk gibi bir gündemi olabilir mi? Olmaz. Tersine, büyük bir gücü temsil ettiklerini öne sürerek kendilerini dev aynasında göstermeye çalışırlar. Bu statüyü korumak için her yola başvururlar... 

Tüm bunlara rağmen, buradaki sorun yine de güçlenmeye dair bir sorundur. Güçlenmek, gözünü yeni kazanımlara dikmek kadar, bürokratik çürüme ve güç zehirlenmesine de yol açıyor. Büyük bedellerle elde edilen kazanımlar, kimileri için yeni kazanımları elde etme çabasına yol açarken, bazı kesimler için mevcut tablo yeterli gelmeye başlıyor. İdeolojik mücadelenin yönü de -doğal olarak- bu yapıları pratik mücadeleyle yıkıp aşmaktan geçiyor.

Gücümüzün bilincine varalım, yüzümüzü faşizmi yıkmaya dönelim, birlikte başaralım!


1- 'Biz'in nasıl tanımlanacağına ilişkin birçok görüş mevcut. Atılım Gazetesi emekçi sol olarak tanımlıyor. Yeniden yapılanma tartışmalarında yeni tanımlar mevcut. Sol olarak tanımlamak daha doğrudur. Solu, sosyal demokratlar olarak nitelemek gerekir. Böylece sol iddialı milliyetçiler, burjuvalar, işbirlikçiler ve faşistler bu tanımdan ayrıştırılabilir. Yine bir parantez olarak burada tutarlı sosyalistler ve demokratlar kastedilmektedir. Tutarlılığın ölçüsüne dair birçok şey yazılabilse de iktidar ve devlet safında yer almamakla -ya da 'direniş fraksiyonu'nda yer almakla- sınırlı tutulabilir. Emekçi sol kavramı, CHP ve türevlerini burjuva 'sol' olarak görme sorununa yol açtığı için hatalıdır. Oysa sol kavramı zaten yalnızca emekçileri ve ezilenleri temsil ediyor. Varoluş krizi yaşayan burjuvazinin 'sol'undan bahsetmek, örneğin TÜSİAD'ın sol olduğunu ileri sürmek mümkün değil. Tarihsel olarak da sol kavramı burjuvaziyi ve emekçileri temsil eden parlamenterlerin ayrışması, proleteryayı ve halkı savunanlarin sola, bujvuvaziyi savunanların sağa oturması temelinde ortaya çıkmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MLKP 7'İNCİ KONGRESİ'NDE DERİNLEŞEN AMAÇ VE YOL BİRLİĞİNİ YİTİRME SORUNU

BİRLİK MÜCADELE ZAFER GELENEĞİNİ YENİDEN AYAĞA KALDIRMAK İÇİN...

TASFİYECİLİĞE KARŞI MÜCADELEDE İBRAHİM KAYPAKKAYA